Thursday 16 September 2010

Rekabet Büyüyor!


Michael Kelly Guitars Patriot Decree

700 Dolar altı kaliteli gitarların gitgide çeşitlendiği ve firmaların da bu segmentteki enstrümanlara daha da ağırlık verdiği bugünlerde, en rekabetçi enstrümanlardan birisi de Michael Kelly ismiyle ülkemiz sınırlarına girmeye hazırlanıyor. Test ve ön tanışma amacıyla ülkemize gelmiş ilk Michael Kelly gitarı olan Patriot Decree modeli, Sound Dergisi için detaylı bir teste tabi tutuldu. İşte merakla beklenen Michael Kelly Patriot Decree...

Uzun yıllarınızı yüzlerce gitar arasında geçirdiğinizde, içgüdüsel olarak bir gitarın diğerleri arasında daha iyi olduğunu bir şekilde hissedebilmeye başlıyorsunuz. Oner Müzik davetiyle Michael Kelly gitarlarının ülkemizdeki ilk örneğini incelemek için showroom'a gittimizde, Patriot Decree modeliyle karşılaşmamız da bana bunu hissettirdi. Rahat ulaşılabilir ama sunduklarıyla şaşırtıcı özelliklere sahip bir enstrüman. Michael Kelly'nin enstrümanlarını tasarlarken amaçladığı da tam olarak zaten bu tip gitarlar üretmek. ABD'de tasarlanmış, uzak doğuda üretilmiş enstrümanlar, ekonomik olarak bütçeleri rahatsız etmeden gerekli tonal kapasiteye ve çalım rahatlığına sahip olmalı. İlk olarak enstrümanın tasarımıyla incelememize başlıyoruz.

Tasarım
Patriot Decree, Patriot model gamındaki en geniş özelliklere sahip enstrümanlardan birisi. Patriot serisinde yer alan Vintage, Standart, Glory ve Limited modellerinin hepsinden belirgin farklılıklar içeriyor. Enstrüman uzaktan ilk bakışta alışageldiğimiz Les Paul özelliklerine sahipmiş gibi görünse de dikkatli bakıldığında enstrümanın kendine has yapısı kendisini hissettiriyor. Gitarın üst kısmı Les Paul modellerine kıyasla daha yukarıya doğru çıkıyor. Köprü kısmı Les Paul modellerindekinden farklı şekilde bir parçadan oluşuyor ve teller bağlantı noktasını gövdenin içerinde buluyor. Bu köprü tasarımı Tone Pros Tune-O-Matic ismini alıyor. Öte yandan tek parça maun sap da gitarın sustain'ine katkıda bulunuyor. Enstrümanın gövdesinde de sapta olduğu gibi maun kullanılıyor, üst kaplama ise desenli akçaağaçtan oluşuyor. Ağır yapısıyla dikkat çeken Michael Kelly, geniş ama rahat sap tasarımıyla da rahat bir klavye sunuyor. Enstümanın amplifikatörsüz sesi sustainli ve oldukça berrak bir karakter sunuyor. Belki binlerce dolarlık custom shop gitarlar gibi değil ama açık ve temiz bir akustik ses, bu fiyat aralığında çalmış olduğum bir çok enstrümanda es geçilmiş bir özellik. Üreticiler ekonomik sınıfta yer alan bu enstrümanlarda kimi zaman manyetiklere güvenerek enstrümanların akustik kalitesini ikinci plana atabiliyorlar. Anlaşılan Michael Kelly, adını verdiği gitarlarda ağaç kalitesini de olabildiğince yüksek tutmuş. Öte yandan üç yollu manyetik switch'i ile değişen çift humbucker, istenirse ton düğmelerine basarak single'a da düşürülebiliyor. Şimdi ise sırada merakla beklediğimiz amplifikatöre bağlayıp tonları duymak var.
























Tonlar
Önce temiz tonları denemekten yanayım. Testimizde geçtiğimiz ay test sayfalarımızda denemiş ve beğenmiş olduğumuz Rocktron Velocity 50 modeli amplifikatörü kullanıyoruz. Temiz tonlarda özellikle sap manyetiği biraz koyu ve kimi zaman detayları çok net ortaya çıkartmayan bir karakter sunuyor. Daha patlak, berrak ve detaylı bir sound, benim kişisek zevkime daha çok hitap ediyor. Öte yandan koyu karakterli temiz tonları kullanan gitarcıların hoşuna da gidebilecek bir karakter olduğunu belirtmek lazım. Manyetik single'a düşürüldüğünde ise beklediğim gibi tertemiz ve benim daha rahat çalabildiğim bir sound ortaya çıkıyor. Köprü manyetiğine geçildiğinde ise Gibson vari mid high karakter hemen ortaya çıkıyor. Özellikle volume potuna da hassas tepkiler veren bu manyetiği sap seçeneğinden daha fazla beğendimi söylemeliyim. İkisinin ortası ise bildiğiniz gibi switch'i orta bölüme aldığınızda ortaya çıkıyor. İçi boş, patlak bir karakter sunan orta seçenek, funk, ritm ve arpejler için oldukça uygun bir karakter sunuyor. Bu seçenekte country rifleri de daha rahat bir şekilde ortaya çıkabiliyor. Drive kanalına geçtiğimizde ise işler biraz değişiyor. Kapalı karakter sunan sap manyetiği bir anda anlam kazanıyor ve derli toplu, oldukça rahat çalınan yumuşak bir drive karakteri sunmaya başlıyor. Özellikle soloları bu manyetikte başlatıp dramatik bir efekt için köprü manyetiğine geçmek oldukça etkili oluyor. Köprü manyetiği ise ciddi şekilde güçlü bir yapıda ve deyim yerindeyse tam anlamıyla gümbür gümbür bir karakter sunuyor. Sustain ve yırtıcılık yerinde, biraz Gary Moore vari yırtıcılıkta olduğunu söyleyebiliriz. Orta seçenekte ise daha çok köprü manyetiğinin sesini kapatıp sap manyetiğini tek olarak kullanmayı seçtim. Böylece daha detaylı ve eşlik için son derece uygun bir ton yakalamak mümkün oluyor. Enstrümanın sap tasarımı, gövdeyle tek parça olduğu için gitarın ciddi bir sustain avantajı bulunuyor. Feedback'ler ve uzayan notalarla kontrollü bir şekilde oynayabilmek için gitarın bu özelliği oldukça faydalı. Notalar siz istediğiniz kadar uzamaya devam ediyorlar. 22 perdelik klavye, 24 ¾ inçlik skala ölçüsüyle oldukça hızlı bir karakterde. En el çabukluğu isteyen teknik hareketlerde bile eliniz tam kontrollü olarak, akıcı bir şekilde, engellenmeden işini yapmaya devam edebiliyor. Bu sınıftaki enstrümanların bir çoğunda gereğinden fazla kalın kullanılan sap ölçüsü, kimi zaman çalımın önüne geçebilirken Patriot Decree'nin klavyesini ciddi şekilde beğendiğimi belirtmeliyim. 0 km bir gitar olmasına rağmen akort sorunu yaşatmaması ve entonasyonunun sorunsuz olması da enstrümanın kalitesi hakkın bize ipucu vermey yetiyor.

Peki dezavantajlar hiç mi yok? Michael Kelly'nin switch ve düğmelerinin biraz daha kaliteli hissedilebilmesi güzel olabilirdi diye düşünüyorum. Enstrümanın ağırlığı da bazı gitaristler için bir dezavantaj olabilir. Test gitarımızda rastladığımız bir perde demirinin cızlaması da bu gitara özel bir sıkıntı diye düşünüyoruz. Gitarın Çin üretimi olması ise çalım sırasında hiçbir şekilde anlaşılmıyor. Ben Patriot'ın Kore üretimi olduğunu düşünmüştüm açıkça söylemem gerekirse.

Sonuç
500 Dolar civarında Les Paul karakterli, daha vintage tonlar arayan bir gitaristseniz, Michael Kelly mutlaka denemeniz gereken bir marka olarak rakiplerine meydan okuyor. Evet belki çok zorlu bir segmentte ciddi bir mücadele içerisinde bulacak kendisini ama Michael Kelly gerek işçilik gerekse tonal yapısı ve çalım rahatlığıyla iddialı bir konuma gelmeyi başaracak gibi görünüyor. Kısa bir süre içerisinde ülkemizin seçkin gitar mağazalarında satışa sunulacak enstrüman, vişne çürüğü-sarı, kahverengi-sarı, siyah ve kan kırmızısı renk seçenekleriyle gitaristlerin beğenisine sunulacak.

Michael Kelly Patriot Decree Teknik Özellikler
Gövde: Maun ağacı, akçaağaç üst kaplama
Sap: Maun, tek parça.
Klavye: Gül ağacı, 22 perde, medium jumbo, 24 ¾ inç skala.
Manyetikler: Michael Kelly PAF-Plus çift humbucker, single'a düşebilme özelliği.
Köprü: Tune-O-Matic
Aksesuarlar: Grover akort mandalları, kemik tasarımlı perde desenleri.

Tuesday 24 August 2010

Satriani'nin Parmak İzleri


Enstrümantal rock alanında milyonlarca hayrana sahip, albümleri satış rekorları kırmış ve 15 Grammy adaylığı bulunan Joe Satriani'nin adını vereceği gitarın nasıl bir enstrüman olduğunu merak ediyor musunuz? Satch'in parmak izlerinin her detayında hissedildiği Ibanez JS 1000 modeli bu ayki test konuğumuz

Normal şartlarda herhangi bir sanatçının ya da sporcunun imzalı serisi olarak piyasaya sürülmüş ürünlere karşı mesafeli bir duruşum vardır. Bu modelleri kaliteden çok pazarlama departmanının ön plana çıktığı seriler gibi düşünmeden edemem. Sadece gitarlar için değil, bu düşüncem ayakkabıdan parfüme, otomobilden oyun sektörüne kadar uzanan geniş bir yelpazede ilgi duyduğum tüm alanlar için geçerli bir durum. Bir çok sefer isim hakları alınmış meşhur insanların adıyla üretilmiş ürünlerde beklentilerin karşılanmadığına da şahit olmuşluğum vardır. Peki en sevdiğim müzisyenlerden biri olan Joe Satriani'nin ismiyle çıkan ve konserlerinde olsun albümlerinde olsun sürekli tonlarını dinlediğim bir gitar ile karşı karşıya kaldığımda nasıl düşünmeliyim? Öncelikle tüm ön yargıları bir kenara bırakıp olabildiğince objektif olarak konuya yaklaşmalı ve imzalı serilere olan negatifliğim ile Satriani'ye olan hayranlığımı dizginlemeliyim sanırım. Peki o zaman tanışma aşamasına geçebiliriz sanırım...

Tasarım
Ibanez JS Serisi, bildiğimiz standart Ibanez tasarımlarına benzemekle beraber, Satriani'nin ar-ge aşamasına katkıda bulunmasıyla Japon üreticinin diğer bir çok modelinde görülen keskin köşelerden kurtulmuş ve daha yuvarlak, hem göze hoş gelen hem de ergonomik olarak daha rahat bir enstrüman haline gelmiş. JS, Satriani'nin istediği gibi modern olmakla beraber vintage havasını da barındıran bir enstrüman. Bu açıdan bakıldığında PRS'in bazı modellerine benzerliği de dikkat çekiyor. Özellikle PRS “22” modeliyle olan tasarımsal yakınlığı ilgi çekici. Çok ağır olmamasına rağmen amplifikatöre bağlı değilken bile sustainli ve dengeli bir karakter sunan JS1000, bir an önce avaz figan sahnelerde sesini duyurmak istermiş gibi duruyor. Gövde ağacı olarak ıhlamur yani basswood kullanılan JS, sap kısmında akçaağaca sahip. Enstrümanın klavyesinde gül ağacı kullanılıyor. Klavyeden bahsetmişken; JS Serisi'nin Japon versiyonlarında Satriani'nin orijinal gitarında kullandığı sapın, lazerle modellenmesi sayesinde elde edilmiş, birebir aynısının kullanıldığını da hatırlatmak lazım. Bu sapın bir diğer özelliği de multi radius yani değişken yarıçapa sahip olması. Buna göre Ibanez'in sap kısmı birinci perdede 42 mm'yken, en alt perdede 56 mm'ye kadar çıkıyor. Bu da küçülen perdelerin genişlemesi ve tiz notlarda daha rahat bir çalım anlamına geliyor. Gerçekten de özellikle onbeşinci perdeden sonra enstrümanın akıcılığı aynı şekilde devam ediyor ve bu durum müzisyen için büyük bir kolaylık sağlarken aynı zamanda bağımlılık yaratıyor. Alt perdelerde sustain'i de artıran bu özelliğin yüksek volümdeki etkilerini birazdan inceleyeceğiz. JS1000'in köprü kısmında ise Edge vibrato sistemi yer alıyor. Daha çok klasikleşmiş sistemleri ve eski tip gitarları seven bir müzisyen olarak Edge'den bir rahatsızlık duymadım. Enstrümanın köprüsünü olabildiğince hareketsiz hale getirdim ve özellikle bentlerde yaşanan öne eğilmenin de böylece üstesinden gelmiş oldum. Bilindiği gibi iyi ayarlanmamış kilitli gitarlarda teli bent yapmak için çok fazla çektiğinizde köprü de kendini öne doğru salar ve böylece elde etmek istediğiniz etkinin uzağında kaldığınız, gibi entonasyonunuzdan da olabilirsiniz. Köprüyü arkaya doğru yapıştırmak ve tansiyonu biraz yüksek tutmak, bu sorunun üstesinden tam olarak gelmese de boyutunu azaltıyor. Enstrümanda 22 perdelik bir klavye bulunuyor. Bu da Joe Satriani'nin vintage ekipmanlara olan bir göndermesi olarak dikkat çekiyor. Bildiğiniz gibi Tele, Strat ve Les Paul modelleri de 22 perdelik klavyeye sahipler.

Manyetikler
JS Serisi'nin olumlu özelliklerine manyetiklerini mutlaka eklemeliyiz. Özellikle JS 1000 modelinde kullanılan iki humbucker, Satriani'nin konser gitarlarındaki manyetiklerin de bire bir aynısı. Sap kısmında (neck) DiMarzio PAF-PRO ve köprüde DiMarzio FRED modelleri kullanılan enstrümanın JS 1200 modelinde ise sap kısmında PAF Joe modeli yer alıyor. Her iki enstrümanı da deneme şansı bulduğumdan dolayı söylemeliyim ki JS 1200, biraz daha açık ve tiz karakterli bir enstrüman. Bunun sebebinin ne olduğunu tam olarak söyleyebilmek güç. Zira sadece sap manyetiğinin bu denli bir fark yapabileceğinden şüpheliyim. Öte yandan 1000 modelinin sap manyetiği daha karanlık, hacimli ve daha Satriani gibi tınlıyor bunu hemen söylemek lazım. Benim iki gitar arasında tercih yapmam gerekirse seçimim JS 1000'den yana olacaktır. Öte yandan JS'i kendi yapan en büyük özelliklerinden birisi de, humbucker'ların single'a düşürülebiliyor olması. Enstrümanın üzerinde yer alan iki pottan arkada bulunan ton düğmesinin çekilmesiyle single'a düşen manyetiklerden sap seçeneğini kullandığınızda humbucker'ın alt yarısı, köprü seçeneğini kullandığınızdaysa manyetiğin üst yarısını devreye sokuyorsunuz. Manyetik seçimi için kullanılan switch'i orta pozisyonda tutarsanız saymış olduğum her iki seçeneği de bir arada kullanabilirsiniz. Manyetiklerle ilgili bir ilginç detay daha... Volüm potu da aynı ton düğmesi gibi yukarı çekilme özelliğine sahip (push-pull). Ama bu potun yaptığı, diğer gitarların çoğunda karşılaşmadığımız bir özellik. Volume potu sadece yarıya kadar açıkken devreye giren bu sistem aslen bir high pass filter, yani üst frekansları öne çıkartan bir filtre sistemi. Volume potunu yarıya kadar kıstığımızda bir çok gitarda görülen matlaşma, bu sistem sayesinde gideriliyor ve özellikle yüksek volümlerde çalarken vintage karakterli bir ton yakalamak mümkün oluyor. Funk ve pop tarzı çalan müzisyenlerin single'a düşürüp sap manyetiğinde mutlaka tecrübe etmelerini tavsiye ediyorum. Ilginç bir şekilde bu set up'tayken Richie Kotzen vari tonlar yakalamak bile mümkün oluyor. High pass filter özellikle parmakla çalımlarda, country vari melodilerde ve vokal altı eşlik çalımlarında oldukça işe yaran bir özellik olarak dikkat çekiyor.

Çalım ve tonlar
Ibanez JS 1000 modelini test için stüdyomuza aldığımızda elimizde bir adet Peavey Classic 30, bir Laney VC 50, bir Marshall Silver Jubilee ve bir de HiWatt 100W modeli amplifikatör bulunuyordu. Genelde konser ve kayıtlarda tercih ettiğim Peavey Classic 30 ile incelemeye başlamanın uygun olduğunu düşündüm. Önce temiz tonlar... JS 1000'in modern görünümlü bir çok Ibanez modelinin aksine farklı vintage karakterleri de verebilen bir enstrüman olarak tasarlandığını, Joe Satriani İstanbul konserine geldiğinde sanatçıyla yapmış olduğum röportajda da öğrenmiştim. Farklı manyetik seçimleri, single ve humbucker olanağı, high pass filter özelliği gibi seçenekleri artıran detaylar, enstrümanın kullanım alanını da genişletiyor. Sap manyetiğini humbucker olarak kullanmaya başlıyorum. Derin, detaylı ve güçlü bir humbucker karakteri ile karşı karşıyayım. Humbucker'lı gitarlarda bazen görünen detay kaybı burada yaşanmıyor. Her telin armoniklerini tek tek duymak mümkün. Switch ortaya alındığında her iki humbucker da aynı anda devreye giriyor ve mid karakterli bir ton yakalanıyor. Orta switch seçeneğini humbucker olarak pek kullanmadığımı söylemeliyim. Köprü konumundaysa tizler belirgin oranda ön plana çıkıyor. Köprü manyetiği oldukça güçlü bir yapıda ama Ibanez firması, iki manyetik arasındaki dengeyi bir şekilde başarılı şekilde kurmayı başarmış. Özellikle sap kısmında koyu ve caza yatkın tonları fazla uğraşmadan yakalamak mümkün olabiliyor. Temiz tonlarda manyetikleri single olarak kullanmak ise benim asıl zevk aldığım seçenek oldu. Humbucker olarak pek tutmadığım orta seçenek, single'a düşürüldüğünde bambaşka bir karaktere büründü ve neredeyse bir Stratocaster'ın ara manyetik karakterini vermeyi başardı. Patlak, içi boş bir ton karakteri veren bu seçenekte özellikle funk, blues ve country stiline uygun tonları yakalamak mümkün. Sap manyetiğini single olarak kullanmak ise ritm partisyonları ve eşlikler için biçilmiş kaftan.
Drive tonlarına gelecek olursak... Satriani'nin imzası haline gelmiş birbirinden farklı drive tonlarını bir gitardan ve bir tek amplifikatörden çıkartmak pek tabi ki imkanlı değil. Sanatçının kendisi de zaten röportajımızda “Tonu asıl çıkartan parmaklardır, ekipman ise tonun sos kısmıdır” şeklinde bir açıklamayla ton ve tuşe konusundaki fikirlerini açıklamıştı. Ama elinizin altında JS 1000 gibi bir gitar olduktan sonra farklı müzik türlerine uyan ve hemen her işe koşabileceğiniz bir enstrümana sahip olduğunuzu söyleyebiliriz. Öncelikle overdrive karakterine göz atıyoruz. BB Preamp ve Peavey Classic 30'un temiz kanalını bir arada kullandığımızda, boost edilmiş lambalı amplifikatör karakterinin Ibanez JS ile tam bir uyum içinde olduğun görüyoruz. Single karakterdeki manyetikler tuşeye daha da duyarlı ve özellikle sert pena vuruşlarındaki hızlı atak zamanları ile daha dinamik çalımlara imkan sağlıyorlar. Humbucker seçimi ise beklediğimden daha yumuşak ve derli toplu bir karakter sunuyor. Ve modern karakterli bir çok gitarın aksine daha çok bir Les Paul Standart ile Telecaster'ın ortalaması olarak özetlenebilecek bir ton ortaya çıkartıyor. Alternatif rock, klasik rock, punk, pop ve blues'a uygun bir ton yelpazesinde olduğunu söylemek mümkün. Satriani'nin kariyerinde elektronikten blues'a, modern rock'tan alternatif tınılara kadar uzanan farklı gitar tonlarını hatırladığımızda bu gitarın üretim mantığı da aslında belirginleşiyor.
Peki Satriani deyince sanatçının daha eski albümlerindeki hızlı gitar soloları, sert distortion tonları ile bezenmiş sound'larını hatırlayanlar için JS 1000'in distortion karakteri nasıl? Bunu denemek için özel yapım bir pedal olan Reeza Fratzitz (www.emmaelectronic.com) ve BB Preamp'i bir arada kullandım. Özellikle sap manyetiğinin koyu karakteri ve çok sert tonlarda bile derli toplu, kontrollü kalabilmesi beni oldukça etkiledi. Sololarınıza Satriani'msi dramatik etkiler katmak için sap manyetiğinin karanlık karakteriyle başlayıp alt manyetiğin bol armonikli karakteriyle devam etmek gerçekten keyifli bir tecrübe. Uzun sözün kısası, Ibanez JS 1000, aklınıza gelen hemen her türlü gitar sound'unu başarılı bir şekilde vermeyi başarıyor ve müzik piyasasında var olan Gibson-Fender hakimiyetine karşı kendi karakterini sunmayı başarıyor. Ülkemizde tondan çok marka ve model bazlı bir müzisyen mantığı, yıllardan beri pekişmiş ön yargıların da etkisiyle kolay kolay kırılamayacak gibi duruyor. Benim gibi vintage ekipman hayranı ve takipçisi bir müzisyeni bile etkilemeyi başaran, aradığınız eski tonların yanında moderliği de elden bırakmayan bir gitar olarak özetleyebilirim JS 1000'i.

Sonuç
Standart gitarların üzerinde piyasada “Custom Shop” olarak bilinen üst seviye gitarların fiyat aralığında satılan ve beklentilerin oldukça yüksek olduğu bir gitar JS 1000. Satriani imzalı bu Ibanez'in evinde müzik yapan, müziği işten çok bir hobi olarak görenlerden ziyade profesyonel olarak çalışan, konser ve stüdyolarda çok vakit geçiren ve her yere birden çok gitar taşımak zorunda kalan gitaristlerin mutlaka denemesi gereken bir enstrüman olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar ülkemize sabit köprülü versiyonu olan JS 1600 henüz gelmese de, kilitli köprü sistemine karşı olmayan gitaristler için hemen her türlü sound'u çıkartabildiğini de hatırlatmak lazım. Zuhal Müzik'te 3,565.80 TL'lik bir fiyat etiketiyle satılan JS 1000'in iki farklı renk seçeneği bulunuyor: Dumanlı mavi ve siyah. Mavi renk özellikle parlak ışık altında göz alıcı bir derinlik sunmasıyla da artı puan kazanıyor. JS 1000 klişelerin dışında, pazarlama departmanından çok ar-ge bölümü ve Joe Satriani'nin parmak izlerine sahip, üst sınıf bir enstrüman.

Teknik Özellikler:
Gövde ağacı: Ihlamur (Basswood)
Sap ağacı: Akçaağaç
Tuşe: Gülağacı
Perde sayısı: 22
Köprü: Edge Pro
Manyetikler: Çift humbucker. Sap-DiMarzio PAF Pro; Köprü-DiMarzio Fred
Fiyat: 3565 TL
İletişim: Zuhal Müzik (www.zuhalmuzik.com, www.muzikenstrumani.com)

Peavey Amplifikatörler Türkiye'de

En sonunda uzun zamandır beklediğimiz haber gerçek oluyor. Peavey'nin tüm ürün segmenti ülkemizde satılmaya başlanıyor. Hangi firmaların vitrinlerinde yer alacağı henüz açıklanmasa da Oner Muzik tarafından getirilecek Peavey'lerin geniş bir şekilde satış ağlarında bulunabileceğini garanti verebiliriz. Fiyat politikası ise Amerikan markanın daha rahat ulaşılabilir bir seviyede olması amacıyla yurtdışına yakın tutulacak.

Friday 6 August 2010

SLASH'in son harikası

Slash'in kendi isimli yeni solo çalışmasının ilk klibi. Hem klip hem şarkı hem Slash muhteşem olmuş!!!



Slash - By The Sword feat Andrew Stockdale
Yükleyen EMI_Music. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Ekonomi Paketi: ROCTRON VELOCITY 50D


Gün geçtikçe gelişen teknoloji ve üretim maliyetlerinin düşmesi sayesinde geçmişte duyup imrendiğimiz gitar tonlarına artık çok daha yakınız. Rocktron firması, sınıfının en iddialı modellerinden birisiyle karşımızda. 50W'lık Velocity 50D, beklentilerimizin çok üzerindeki ton kalitesiyle bizi etkilemeyi başardı.

Uzun yıllar önce ülkemize gelen ve çok uzun soluklu olmayan bir macera yaşayan Rocktron markası, 2010 ürün gamıyla tekrar ülkemizde ve bu sefer hiç olmadığı kadar iddialı bir şekilde piyasaya girmeye hazırlanıyor. Oner Müzik distribütörlüğünde ülkemize gelen ve ilk etapta pedal, prosesör ve amplifikatör sınıfındanki ürünlerle ülkemiz gitarist ve bas gitaristlerini etkilemeye çalışacak Rocktron markası ile tanışmak için uygun bulduğumuz cihaz, 50W'lık bir transistörlü amplifikatör olan Velocity 50D. İsterseniz önce bir tasarım ve detaylara göz atalım.

Tasarım
Açıkça söylemem gerekirse, Rocktron markası ile bu benim ilk tanışmam. Ama belki markayı çok yakından tanımadığımdan olsa gerek, Velocity serisinin üretim kalitesinin bu seviyede olmasını pek de beklemiyordum. 50D'nin üst kaplaması son derece muntazam, ışıklı logosuyla muadili ürünlerden tasarım alanında farklı ve amplifikatör özellikle knob'larınnın kalitesiyle şaşırtıcı bir yapı sunuyor. Bu seviyedeki amplifikatörler arasında hissiyatı en başarılı knob'lara sahip olduğunu söylemek lazım. Ağır ama bir o kadar da hassas bu knoblar sayesinde cihazın kullanım hissiyatı büyük keyif veriyor. Siyah renkli olarak üretilen Velocity Serisi'nin bu modeli de kontrol bölümündeki gri renkle göze hoş gelen bir yapı sunuyor. Görsel olarak eski yılların HiWatt modellerini anımsatan amplifikatör ne çok modern, ne de çok vintage bir tasarımda. Rocktron'un tüm kontrolleri ön kısımda bulunuyor ve cihazın arka bölümünde iki hoparlör çıkışı, ¼ inçlik line çıkışı ve ayak kontrol bağlantısı yer alıyor. Ön bölümde ise kulaklık çıkışı ve iki gitar girişi (hi & low) bulunuyor. Oldukça geniş tutulmuş hoparlör ızgarası ise ilk bakışta belli etmese de aslında iki adet 8 inçlik hoparlöre ev sahipliği yapıyor. Cihazın üzerinde bulunan stereo delay sayesinde anlaşılan ping pong gibi efektleri gerçek stereo olarak kullanabileceğiz. Her iki hoparlör de 25'er W'lık transistörlü güçle besleniyor.

Çalım zamanı
İncelememizde bizimle bulunma inceliğini gösteren sevgili Taner Keleş ile beraber cihazın tonlarını analiz etmeye başlayabiliriz. Testlerimiz sırasında çift humbucker'lı bir B.C Rich kullanmayı tercih ediyoruz. Bu enstrüman aynı zamanda single'a da düşürülebilen manyetiklere sahip. Önce temiz kanalını denemeye karar veriyoruz. Taner Bey ile cihazın temiz tonlarının detay vermesinden ve gücünden etkileniyoruz. Evet belki 50W'lık bir lambalı amplifikatördeki gibi tuşe duyarlılığı yok ama transistörlü bir çok bu sınıftaki amplifikatörde gözlemlediğimiz karaktersiz temiz ton kavramı yerini kendi karakterini açıkça belli eden bir modele bırakıyor. Kapalı tonlarda caz çalımlarına da uyan, kendi gain ve volume seçeneklerine sahip olan clean kanalın tek eksiği, kendi EQ'sunun olmaması. Velocity 50D, EQ katını drive kanalıyla ortak kullanmak durumunda. Bu durum clean'de berrak ama drive kanalında daha karanlık tonlar tercih eden gitaristlerin gitarlarının ton ayarlarıyla daha sıkı ilişkiler kurması gerektiği anlamına geliyor. Gain'i açtıkça sakin ve ağırbaşlı olarak nitelendirebileceğimiz clean kanalı agresifleşmeye ve dişlerini göstermeye başlıyor. Biraz da delay etkisiyle oldukça geniş ve rahat çalımlı bir temiz tona sahip olabiliyoruz. Transistörlü amplifikatör kullanan bir çok gitaristin drive tonları için genelde kendi pedal setlerini tercih ettiklerini görüyoruz. Bunun için de olabildiğince direkt bir temiz kanala ihtiyaç duyulur. Rocktron, bu özelliğe fazlasıyla sahip. Ama drive'lar için acaba gerçekten pedala ihtiyaç var mı?

Drive kanalı ve efektler
Velocity V50D'nin bizleri en çok etkileyen özelliklerinden birisi, kuşkusuz karakteristik drive kanalı oldu. Beklenmedik bir şekilde agresif, tuşeye duyarlı ve rahat çalımlı bir yapıya sahip drive kanalı, oldukça sert tonlardan alternatif rock, indie ve brit pop gibi müzik tarzlarında kendine yer bulabilecek hafif crunch tonlara kadar değişen geniş bir yelpazede oldukça başarılı sonuçlar verebiliyor. Taner Bey'in testleri sırasında alt ve mid frekanslarının zenginliğini farkettiğimiz cihaz, bu karakterini master volume'unu 7-8'e açıncaya kadar koruyabiliyor. Bundan daha yukarı volumlerde çaldığınızda ise işin içine transistörün kendi tiz karakteri girmeye başlıyor. Ama basit bir EQ ayarıyla bunun üstesinden gelmek kolay. Ayrıca cihazın bu volume seviyesinde çok yoğun bir şekilde kullanılacak olmasının olasılıklar dahilinde pek bulunmadığını düşünüyorum. Velocity'nin mid karakterli drive'larında özellikle çok yüksek bir drive kullanmıyorsanız arpejler, ritm partisyonları ve eşlik bölümlerini çalmak büyük bir zevk haline geliyor. Zira amplifikatör bir çok transistörlü modele kıyasla çok daha detaylı ve zengin bir sound sunmayı başarıyor. Düşük gain'deki sololar ise sağ elinize duyarlı ve olabildiğince sert vuruşlardaki attack zamanıyla dinamik çalımı destekliyor. Kısacası daha önce çok kez karşılaştığımız nasıl bir pena vuruşu yapılırsa yapılsın hep aynı tonla karşılaşma sorunu burada bizi pek de rahatsız etmiyor. Velocity'nin efekt katları da cihazı zenginleştiren detaylar arasında. 50D modelinde delay ve chorus yer alıyor. Serinin diğer üyesi olan 50C'de ise farklı olarak reverb ve chorus bulunuyor. Velocity 50 modelini seçerken reverb ve delay arasında bir seçim yapmak zorundasınız. Benim kişisel zevkim delay modelinden yana oldu. Zira kullanmakta olduğum delay pedalım kadar kaliteli bir delay katı sunan Rocktron'da istediğiniz ayarları tutturmak son derece kolay. Mix düğmesiyle delay volümünü, delay time ile zamanlamaları ve delay regen düğmesiyle de kaç defalık br tekrarın yapılacağını kontrol edebilirsiniz. Chorus bölümünde ise chrorus depth ve rate ayarları bulunuyor. Depth ile efektin yoğunluğunu, rate ile ise hızı kontrol edebilirsiniz. En hızlıda eskilerin vibrato efektlerine benzer bir ton elde edilirken hızın yavaşlaması ve derinliğinin artmasıyla 80'li yılları andıran temiz gitar tonları yakalayabilirsiniz.

Sonuç
Taner Keleş ile beraber gerçekleştirdiğimiz testimizin sonucunda her ikimiz de Rocktron'un performansından oldukça etkilendik. Özellikle geçtiğimiz yıl yaşanan ekonomik krizden sonra her alışverişinde bir TL'nin bile hesabını yapma durumunda kaldığımız bugünlerde Rocktron, bize fiyat / performans olarak en iddialı modellerden birisini sunuyor. Satışına kısa süre içerisinde başlanacak olan Rocktron amplifikatörlerinin iddialı modellerinden birisi olan Velocity 50D modelinin fiyatının KDV dahil 420 Dolar civarında olması bekleniyor. Bu da 50D'nin fiyatına göre oldukça cömert bir amplifikatör olduğu iddiasını iyiden iyiye güçlendiriyor. Son fikrimize göre; eğer bir prova stüdyosu için, evde çalışmak veya ufak çaplı klüp ve barlarda profesyonel amaçlı kullanmak için bütçenizi çok yormadan, sizi tatmin edecek bir amplifikatör peşindeyseniz, mutlaka Rocktron Velocity Serisi'ne göz atmalı ve özellikle 50D'nin sesine bir kulak vermelisiniz.
İpuçları
  • Rocktron'un VELOCITY 50D modelinde 2 X 8 inçlik hoparlörler bulunuyor. Cihazda aynı zamanda delay ve chorus efektleri de yer alıyor.
  • Velocity Serisi'nde 10, 25, 30 ve 50W'lık modeller bulunuyor.
  • Temiz ve drive kanallarının EQ'su ortak olarak kullanılıyor. 



Rocktron Velocity 50D Teknik Özellikler

Güç: 50 Watt (2x25)
Hoparlörler: 2 x 8” Rocktron Custom Voiced Velocity
Kanallar: CLEAN ve DISTORTION kanalları (Footswitch RFS1 opsiyonel)
Efektler: Chorus ve Digital Delay
Boyutlar: 580mm(G) x 226mm(Y) x 412mm(D)
Ağırlık: 15.5KG

Thursday 15 July 2010

40 Yıl Sonra Hendrix!


Modern rock müziği ve gitarının en büyük ilham kaynaklarından birisi olan Jimi Hendrix'in, 1969 yılında yapmış olduğu ve daha önce yayımlanmamış 12 kayıtlı eserden derlenen “Valleys of Neptune” isimli albümü Mart ayı başında Avrupa'da Sony etiketiyle piyasaya sürüldü. Albümün prodüksiyon hikayesini merak ediyorsanız, prodüktör Eddie Kramer'in ağzından Jimi ve “Valleys of Neptune”

Gitar çalanların çoğu, Hendrix ile ilk müzikal tanışıklığını mutlaka hatırlar. Jimi'nin dinleyici üzerinde öyle bir etkisi vardır. Bana soracak olursanız, 1992 yılında Akmar Pasajı'nda dolanırken eski bir plaktan çalan ve dünyanın bir başka olduğu, farklı duyulduğu, şimdikinden çok daha değişik, çok daha pastel renklerle yaşandığı belli olan bir zamanından gelen notalara doğru çekildim. Çalan parça Hendrix'in yorumuyla bambaşka yerlere çekilmiş olan All Along The Watch Tower'dı. Daha sonrasında Purple Haze, Hey Joe, Little Wing gibi klasikleri de dinleyerek gitar dünyasının adı konmuş ilk kahramanının (ki daha sonra Guitar Hero teriminin de doğmasına vesile olacaktı kendisi) açtığı sonsuz dünyaya ilk adımları atmış oldum. Hendrix hayranlığımda rahmetli Yavuz Çetin'i aralıksız onlarca kere canlı izleme ve Little Wing ile Red House cover'larında nasıl bir performans sergilediğine şahit olmamın da ciddi bir rolü vardır mutlaka. Yavuz Çetin'e bir gün şans eseri aynı masada denk geldiğimde ona masadaki dostlarının bir soru sorduklarını duydum: “Yavuz böyle çalarken kendini nasıl hissediyorsun?” Yavuz'un cevabı çok netti: “Sanki Hendrix içimdeymiş gibi, kendimi ona yakın hissediyorum bir şekilde.”

Bana sorarsanız Hendrix'in vokalinde ve gitarına dokunuşunda diğer müzisyenlerinkinden farklı, daha ulvi ve dünya dışından geldiğini hissettiren bir sihir var. Bunu Erkan Oğur'un tuşesinde, Fazıl Say'ın piyanosunda da aynı şekilde duyduğumu düşünüyorum. Pek tabi ki Hendrix'i canlı dinleme şansını bulamadım ama elime geçen her türlü kaydını, plağını, bootleglerini, videosunu dinleyip izlediğim aynı şekilde kilitlendiğimi farkediyorum.

Bir çoğumuz, “Hendrix'in daha önce yayımlanmamış eserleri” lafında fena halde aşinayız. Zira rock müzik dünyasının adeta ilahı olmuş bir ismin -üstelik de 28 yaşında hayattan göçüp gitmiş genç bir yeteneğin- çeşitli yayıncılar tarafından farklı şekillerde mikslenmiş, sanatçının hayatında çalışmadığı isimlerle çalışmış gibi gösterildiği üst üste kayıtlarla edit edilmiş eserlerini duymuşuzdur. Ben ki ciddi bir Hendrix dinleyici olduğumu söylemeliyim, yıllar önce bootleg ve “daha önce yayınlamamış” eserleri dinlemeye çalışmaktan usandığımı itiraf etmeliyim. Birbirinden ilgisiz, tamamlanmamış, demo şeklinde piyasaya sunulmuş, çalanın kim olduğu ayırt edilemeyecek kirlilikte onlarca eser, yıllardır biz gerçek fanların hassasiyetini suistmal etmek için, sanatçının itibarını beş paralık etmek pahasına kamyon yüküyle piyasaya çıkıyordu. Neyse ki Hendrix ailesi bu durumun rahatsız edici boyutlara vardığını çoktan fark etmiş durumdalar ve sanatçının tüm kataloğunu kendi üzerlerine geçirdiler. Şimdi ise Sony Müzik, bu eşsiz katalog için yayın hakları konusunda aileyle bir işbirliği yaptı ve sanatçının yayınlanmış yayınlanmamış tüm eserleri, artık Sony Music etiketiyle analogdan dijitale (LP'den DVD ve mp3'e kadar) her türlü medya üzerinden ulaşılabilecek. Koleksiyonerler için kutu setler ve daha önce duyulmamış başka kayıtlar da gün ışığına çıkacak, daha önceki albümlerin ise yeni baskıları farklı dinleyici profilleri göz önünde bulundurularak yayınlanacak. Experince Hendrix Derneği'nin başkanı, aynı zamanda Jimi Hendrix'in üvey kız kardeşi Janie Hendrix de bu birlikteliğe sıcak bakıyor ve Jimi Hendrix isminin büyüklüğünün dijitalleşmiş dünyada unutulmaması gerektiğinin altını çiziyor.

Londra Olympic Stüdyoları

Valleys of Neptune'a kısa bir bakış
Çoğu 1969 yılında Londra Olympic Stüdyoları'nda kaydedilmiş bir albüm olan Valleys of Neptune'da toplam 12 daha önce duyulmamış parça bulunuyor. Evet bazı şarkıları daha önce dinlemiş olabilirsiniz -mesela Stone Free gibi- ama burada duyacağınız tüm şarkıların aranje ve çalımları daha öncekilerden tamamen farklı. Yani bazı şarkıları hem biliyor hem de bilmiyoruz gibi ilginç bir durum var. Ben bu duruma karışıklığı önlemek için ilk defa duyuyorum gözüyle bakıyorum. Albümün “Stone Free, Valleys of Neptune, Bleeding Heart ve Hear My Train a Comin'”den oluşan ilk dört parçası ile “Ships Passing Through the Night ve Lullaby for the Summer” şarkıları New York Record Plant Stüdyoları'nda kaydedilmiş. Geri kalan parçalar ise Olympic Stüdyoları Londra imzası taşıyor. Stüdyolar ve kayıtların yapıldığı kıtalar bile birbirinden farklıyken, albümün 2010 Mart çıkışı için çalışılan isim 1967'den beri Jimi'nin kayıtlarının başında bulunan tanıdık bir sima: Evet çoğumuzun hem prodüktörlüğü, hem de müzik prodüksiyonu üzerine yazmış olduğu kitapları sayesinde yakından tanıdığımız Eddie Kramer.

                                                                      Eddie Kramer

Peki Kramer, Valleys of Neptune ile ilgili neler düşünüyor? “O yıllar, Hendrix'in bir fenomen olarak parladığı ve hiç sönmemek üzere yıldızlaştığı yıllardı. Ben 69'da Jimi'nin yeni kurmakta olduğu Electric Lady stüdyosunun inşasında ve Led Zeppelin'in bir projesinde çalışıyordum; o yüzden bu albümde dinleyeceğiniz sadece üç parçanın (Stone Free, Valleys of Neptune ve Mr Bad Luck) 1969 yılında kayıt ve orijinal mikslerini yapmıştım. Özellikle Olympic'te gerçekleştirilen kayıtların hiç birinde overdub yok. Yani o gün Jimi ve Experience orada ne çaldıysa hemen hemen aynı şekilde albümde duyabilirsiniz. Aslında grup olarak daha sonradan bir efsane olarak anılacak Albert Hall Konseri'ne hazırlanıyorlardı ve Jimi neyi nasıl çaldıklarını duymak istiyordu. Bu kayıtların temeli de o deneyselliğe dayanıyor.”

Bu albümdeki kayıtlar aslında sadece Jimi ve tayfasının provalar sırasında yaptığı standart kayıtlardan mı oluşuyor? Kramer'in bu soruya cevabı net ve kesin: “Bu kayıtlar kesinlikle provalar sırasında bir şekilde mikrofon konup yapılmış kayıtlar değil. Jimi ve grubu, neler yaptıklarını duymak, neleri daha iyi yapabileceklerini ve sınırlarını görmek için sürekli kayıt yapmak istiyorlardı. Daha sonra saatlerce üzerinde konuşuyor, yeni fikirler üretiyor ve işleri üzerinde tartışıyorlardı. Valleys of Neptune, Jimi ve grubunun en ateşli, en yenilikçi olduğu ve Jimi'nin müzikal olarak farklı bir boyuta geçmeye hazırlandığı dönemden kalan belgesel niteliğindeki kayıtlar aslında.” Hemen belirtmek lazım, Olympos Stüdyoları'nda yapılan tüm kayıtlar canlı olarak gerçekleştiriliyordu. Yani burada duyduğunuz kayıtlar biraz önce de söylemiş olduğumuz gibi o gün çalındığı haliyle albüme kondu ve editten geçirilmedi. Kramer'in yer almadığı kayıtlar da aslında emin ellerdeydi. Kramer dışında Jimi, 1969 yılında Olympic'te Kramer'in asistanlığını yapan George Chkiantz ile gayet uyumlu bir çalışma ortamı kurmuştu. George, bir çok açıdan Kramer'e benzer yöntemlerle çalışıyordu ve özellikle editing (bantlı sistemlerde bant kesme-yapıştırma yoluyla) konusunda tam bir cambazdı. Projenin New York'da kaydedilmiş kısımları ise aynı zamanda Record Plant Stüdyoları'nın ortaklarından Gary Kellgren tarafından gerçekleştirilmiş. Kellgren ile ABD'ye geldiğinde tanışan Kramer, “Büyük bir yetenekti ve kayıt açısından bakıldığında birbirimize oldukça benzediğimizi söylemeliyim.” diyor meslektaşı için.

Jimi ve teknoloji bir araya geliyor

Valleys of Neptune albümü için Eddie Kramer iki farklı stüdyoda çalışmak durumunda kalmıştı. Albümün, daha doğrusu parçaların 2010 yılındaki versiyonlarının son halleri LAFX Stüdyoları'nda modifiye edilmiş bir klasik API masada ve eskiden Legacy olarak bilinen artık adını MSR adıyla anılan stüdyoların “C” odasında bulunan SSL 9000 masada mikslendi. Elinde 4 kanal bantlardan tutun, 16 kanala kadar türlü türlü malzeme bulunan Eddie Kramer, Valleys of Neptune için teknolojinin nimetlerinden de faydalanmaya karar vermiş. “Evet Pro Tools kullandım ve bir çok yazılımdan da fazlasıyla yardım aldım. Ama bana inanın Jimi tam bir alet edevat fanatiğiydi ve şimdi yaşasaydı çok büyük ihtimalle bu teknik ekipmanı beraber kullanıyor olurduk.” diyor konu hakkında. “Yazılımları, özellikle makara bantların bozulmuş ve distorsiyona uğramış kısımlarını düzeltip, sesleri doğru duyurabilmek amacıyla kullandım, yoksa aşırı prodüksiyonlu bir iş ortaya çıkartmak için değil. Jimi'nin sihiri zaten yalın olmasında yatıyor.” 1967-1987 yılları arasında yapılmış bir çok kayıt ile cebelleşmek zorunda kalan Kramer, Hendrix'in ölümünden 17 yıl sonra hangi kayıtların nasıl yapıldığı sorusuna da ilginç yanıtlar veriyor. Jimi öldükten tam 17 yıl sonra albüm kaydı mı? Nasıl yani? “Chas Chandler, 1967 yılında yapmış olduğumuz kayıtların master teyplerini elinde tutuyordu. 1987 yılında Jmi'nin grubundaki Noel ve Mitch'i arayıp bu kayıtlar üzerinde oynamalar yapıp yapmayacaklarını sormuş. İkili de ilginç olabileceğini düşünerek Jimi'nin ölümünden 17 yıl sonra overdub işlemine girişmişler. Ortaya çıkan işin bir kısmı hakikaten çok başarılı, bir kısmı ise bence 1967 yılındaki haliyle bırakılmalıydı. Nitekim benim yaptığım da tam olarak buydu. 67 ve 87 kayıtlarını aldım, en beğendiğim bölümleri editledim. Ortaya istediğim gibi bir sound çıkardım. Yani Valleys of Neptune albümünün New York kayıtlarında bolca edit ve overdub mevcut. Ama bunu Jimi'nin seveceğini düşündüğüm şekilde, işin orijinalliğine zarar vermeyecek şekilde gerçekleştirdim.” Peki ya alet edevat konusu? Kramer'in bu albüm sırasında kullandığı ekipmanda favorileri neydi? Eddie Kramer bildiğiniz gibi Waves yazılım firmasıyla anlaşmalı olarak çalışıyor ve bu sorunun cevabını sektörü takip eden okuyucularımız muhtemelen bildiler. Ama Kramer özellikle bant kayıtları dijital ortama geçirirken çok titiz davrandığını ve analog sistemin içerdiği her türlü ince detayı olabilecek en milimetrik kayıplarla Pro Tools'a geçirmek istediğini belirtiyor. Bunun için de konvertörlerin mükemmel olması gerekiyor. İşte beklenen soru:

Kramer analog bant kayıtlarını Pro Tools'a geçirirken hangi A/D konvertörden faydalandı?

Pro Tools ortamına geçerken kayıpsızlık asıl amaç tabi. BURL Audio B2 A/D konvertör seçtiğim cihaz oldu. Bunu sevmemin sebebi, cihazın içinde transformer'lar bulunması ve çıkan sound'un bayağı analog gibi duyulması.” Dijital ortama geçinceki işlem ise biz bilgisayar nesline biraz daha yakın: “Pro Tools'a geçilir geçilmez yazılımlar devreye girdi. Ama bunu daha önce de belirttiğim gibi bozuklukları temizlemek ve müziği olması gerektiği gibi duyurmak maksatlı yaptım. Waves yazılımları her zaman olduğu gibi ilk tercihim oldu. Özellikle “Helios” ve “The Pie” limiter yazılımları yeni çıkmış olmasına rağmen çok sık başvurduğum programlar oldu.”

Kramer'ın yeni albüm için aklındaki miks anlayışı, Hendrix'in gitarını sanki Jimi odamızda çalıyormuş gibi duyurmak olmuş. Bunun için gitaristin gitar tonlarına dokunmak yerine, onun tuşesini daha belirgin kılmak ve miksi bize yakın yani “in your face” tabir edilen şekilde yapma yoluna gitmiş. Analog ve dijital dünyanın hibridi şeklinde özetlenebilecek bir sistem kuran Kramer; Millenia stereo EQ'yu bus'ta kullanırken, eskilerden bir SSL limiter'dan da faydalanmış. Urei 1176 Compressor, LA-2ACompressor, Pultec gibi modellerden de beklendiği gibi yardım almış. 15 ips Dolby SR makaralara miks yapıldıktan sonra BURL konvertörle yine Pro Tools'a geçiş yapılmış.

Peki Kramer'ın en çok etkilendiği parça hangisi diye soracak olursak, albümle aynı adı taşıyan single, meşhur ses mühendisinin cevabı. Bunun sebebi ise basit.... Jimi'nin iki farklı versiyondaki çalımının bir harmanı olarak duyduğumuz parçanın bu son hali, için bir 1969 konseri, bir de 1970 konserinin kayıtları kullanılmış. İşin çarpıcı yanıysa sadece gitar vokal olarak seslendirilen ilk versiyon ile orkestra eşliğinde kaydedilen ikinci versiyonun metronomları birebir aynı olarak çalınmış ve performansların hiç birinde en ufak bir çekme, sarkma veya entonasyon bozukluğu olmamasıymış. “Bu biraz korkutucu ve sinir bozucuydu tabi” diyor Kramer ve ekliyor, “Bir insan bir yıl arayla, farklı insanlarla aynı groove ve metronomla hiç hatasız nasıl çalar anlamak mümkün değil”

Son olarak

Modern zamanlarda kaydedilmiş, post modern çağda farklı bir bakış açısıyla hayata geçirilmiş bu Hendrix albümü, bir çok otoriteye göre 2010'un albümü olmaya aday. Benim için de bu yıl içinde dinlediğim en farklı ve kendini dinlettiren albüm olan Valleys of Neptune, ileriki aylarda ülkemizde de satışa sunulacak. Bana sorarsanız hem müziğe, hem Hendrix'e hem de gitara olan saygımızdan mutlaka alınmalı ve arşive konup gözümüz gibi bakılması gereken, yeni ama yaşını başını almış bir başyapıt ile karşı karşıyayız...





Albümün miksleri sırasında Jimi'nin gitar tonlarına mümkün mertebe büyük müdahalelerde bulunulmadı. Daha yakın ve sıcak bir ton yakalamak için analog ve dijital birlikteliğinden oluşan hibrid bir sistem kuruldu.



Thursday 4 February 2010

Müziği Değiştiren Mucit: Les Paul

Charles Darwin, “Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar” sözlerini söylediğinde, muhtemelen hem müziği hem de bilimi aynı potada eriten ve bu iki alanda da adeta uçan bir dehayı tanımlayacağını düşünmemişti. Sound Dergisi'nin 12 Ağustos 2009'da kaybettiğimiz Les Paul'a saygı duruşudur...



Lester William Polsfuss adıyla 9 Haziran 1915 yılında Waukesha Wisconsin/Milwaukee'de dünyaya gelen minik bebeğin, müzik dünyasını kökünden değiştirecek, yaptığı buluşların yanı sıra şarkılarıyla da tam bir yıldız haline gelecek üstün bir yetenek olduğunu anne-baba George ve Evelyn Polsfuss'a birileri söyleseydi, ailenin tepkisi muhtemelen inanmaz bir ifadeyle söyleyenin yüzüne bakıp, sessizce oradan uzaklaşmak olurdu. Alman kökenli bir babanın ve Stutz otomobillerinin üreticisi ailenin üyesi anneye sahip Lester, mutlu bir aile yaşantısına sadece 8 yıl sahip olabilmişti. Minik Lester daha 8 yaşındayken anne ve babasının ayrılıklarına şahit olmuş ve annesiyle demiryolunun yanındaki evlerinde yaşamaya devam etmişti. Anne Evelyn, boşandıktan sonra Alman kökenli Polsfuss soyadını Polfuss olarak değiştirmişti. Lester ise kendi isminin kısaca Les olarak anılmasından hoşlanıyordu. Polsfuss, söylenmesi zor bir soyadıydı ve Les, kendine kendine söz vermişti: Eğer bir gün meşhur olursa ona herkes kısaca Les Paul diyecekti. Bir şekilde tanınmalıydı ama nasıl?   
        
Minik Les, ailesinin parçalanmasının üzüntüsünü demiryolunda rayların üzerinde oynayarak ve bir gün şans eseri eline aldığı mızıkasını çalarak atlatmaya çalışıyordu. Kendi sözlerine göre rezonans ile ilk tanışması da o zamanlara denk gelir: “Evde oturur, geceleri camdan dışarı bakarken, belli hızlarda geçen trenlerin camlarımızı diğerlerinden daha çok titrettiğini fark ettim.” diyor Les Paul kendisiyle yapılan son röportajlardan birinde. “Hemen sınıf öğretmenime koştum ve bunun nedenini sordum. Öğretmenim beni bir fen bilimleri öğretmenine götürdü ve o kişi sayesinde rezonansın ne olduğunu öğrendim. Benim için maceranın başlangıç noktası oydu.” Aynı yıllarda akustik gitar çalmayı da kendi kendine öğrenen Les Paul, mızıka ve akustik gitar ikilisini bir arada çalmanın bir yolunu da keşfeder: Çelik boyun askısı. Günümüzde halen Les Paul'un keşfettiği şekilde üretilen mızıka askısını daha 9 yaşındayken keşfeden Les Paul, mızıka-gitar ikilisini aynı anda çalabilmesiyle kısa zamanda yerel bir yetenek olarak tanınmaya başlar. 13 yaşına geldiğinde yarı amatör bir müzisyen olarak gitar, mızıka çalıp, vokal yaparak kasabasında müziğini     dinleyicileriyle paylaşmaya başlar. Les 17 yaşına geldiğinde ise müziğin çekimine daha fazla dayanamaz ve okulunu bırakır, o zamanlar Amerika'da yaygın olan radyo topluluklarında kendine yer bulabilmek için St. Louis Missouri'ye taşınır. Sırtında gitarı, cebinde mızıkasından başka yanına hiçbir şey almaz. Amerika'da yetenek avcıları ta o zamanlarda bile insanları takip ettiğinden olsa gerek, Paul KMOX radyo istasyonu için müzik yapan toplulukta gitarist olarak çalışmaya başlar. KMOX, radyoculuk tarihinde bir çok ilke imza atan bir kurum olarak ilginç bir şekilde Les Paul'un karakterine de uyum sağlar. İstasyon, 1927 yılında Kuzey Kutup Noktası'ndan bile yayınını duyurabilmeyi başaran, dünyanın en uzun mesafeli radyo yayınını yapmayı başaran istasyon olmuştur. İki yıl boyunca Sunny Joe Wolverton orkestrasında KMOX'ta görev alan Paul, Wolverton'ın gözetiminde canlı performansı, eşlik müzisyenliğini ve müzik içinde sorumluluk almayı öğrenir. Sunny Joe, Les Paul'un sahne isminin “Rhubarb Red” olmasına karar verir. 1934 yılında müzisyenlik kariyerinde bir üst lige geçmeye karar veren Paul, bir kez daha gitarını sırtlanır ve yollara düşer. Ama bu defa yalnız değildir. Radyonun gizemli dünyasında Sunny Joe ile yaratıp “Rhubarb Red” adını verdikleri alter egosunu da beraberinde Chicago'ya taşır. Radyoların kapıları burada da kendisine açılacaktır.


İlk kayıt macerası, New York ve “The Log”

1936 yılına kadar herhangi bir albümde çalmamış Les Paul, bu yıl ilk albüm kaydını gerçekleştirir. Bir çok kişinin sandığının aksine tamamıyla akustik gitar albümü olan bu kayıtlar, Paul'un alter egosunun ismini taşır: “Rhubarb Red”. Aynı yıl Georgia White isimli bir blues müzisyeninin albümünde gitarist olarak yer alan sanatçı, artık yavaş yavaş kendi topluluğunu kurmanın vakti geldiğini düşünür. Les Paul'un caz müziğine yöneldiği dönem de tam olarak bu zamanlardır. Les Paul Trio adını verdiği topluluğuna ritm gitar ve vokalde Chet Atkins'in kardeşi Jimmy'yi ve basta Ernie Newton'ı uygun bulur. Bir yıl daha Chicago havası soluyan Les Paul, yol arkadaşlarıyla bu sefer birinci ligde oynamayı planlarlar ve 1937 yılında New York'a taşınırlar. New York, o zamanlarda da dünyanın caz başkentidir ve en iyilerin de en iyileri, caz müziğini New York'ta şekillendirmekle meşguldürler. Ama Les Paul Trio'nun kimseden çekincesi yoktur. Zaten kısa zamanda NBC Radyo'nun orkestra şefi Fred Waring'in topluluğunda yer bulurlar ve 5 yıl boyunca dünyanın en çok dinlenen caz orkestralarından birinde çalmanın gururunu yaşarlar. Paul bu sırada çalmakta olduğu enstrümanından bir türlü tam anlamıyle mutlu olamaz. Ona göre içi boş olan bu caz kasa enstrümanların feedback sorunları ve cılız ton karakterleri tamamen değiştirilebilirdi. Les, gitar dünyasında devrim niteliğinde bir deneme yapmaya karar vermişti. “Üst gövdesi titremeyen bir gitar hayali kuruyordum” diyor sanatçı Gibson firmasının kendisiyle yaptığı bir söyleşide; “Küçükken tren yolu demirlerinden bir gitar gövdesi yapmıştım denemek için. Amacım sadece telin titreşimini yükseltmek ve ağacın rezonansını tamamen ortadan kaldırmaktı.”
Les Paul, Epiphone gitar fabrikasının tesislerini mesai saatleri dışındaki zamanlarında kullanmak için firma sahibi Epi Stathopoulo'dan izin almayı başarır ve denemelerine başlar. Yaklaşık bir yıl süren sayısız farklı konseptin sonunda Les, sanki amacına ulaşmış gibidir: Ortaya çıkan gitar, 120 cm'ye 120 cm'lik bir ağaç panelden, bu panelin üzerindeki bir manyetikten, teller ve köprüden oluşan “The Log” yani Kütük'tür. Paul, görünüşü kurtarmak amacıyla eski bir Epiphone gitarın gövdesinden kestiği iki parçayı, ana gövdenin iki tarafına monte eder. Bu gitar, dünyada yapılmış ilk “solid body” yani içi dolu gövdeye sahip gitarlardan birisidir. Tam hayalindeki tasarıma sahip olan bir gitarı ürettiğine sevinirken 1948 yılında çok ağır bir trafik kazası ve geçirir ve sanatçının sağ kolu işlemez hale gelir. Doktorlara göre kolu tamir edilemeyecek derecede hasar görmüştür. Özellikle de dirsek kısmının kaynadıktan sonra hareket kabiliyetine kavuşmasına imkan yoktur. Ama Les gitarsız bir hayat düşünmediğinden doktorlara dolayı sağ kolunu gitar çalabilecek bir pozisyonda alçıya aldırır ve kemikleri kaynayıp acıları dindikten sonra gitar çalmaya devam edebilir. Tüm bu iyileşme süreci tam 18 ay sürer.



Gibson ve Les Paul işbirliği

Dolu gövdeli gitar fikri, 1930'lu yıllarda sadece Rickenbacker firmasının bir modelinde hayat bulmuş ve henüz seri üretime geçmemiş bir tasarım anlayışıydı. Les Paul oldum olası Gibson gitarlarına sadık bir müzisyen olarak, dolu gövdeye sahip elektro gitar üretme fikrini “The Log” adını verdiği kendi tasarımını hayata geçirdikten sonra Gibson firmasına sunar. Amerikalı üretici piyasada kimsenin üretmediği ve talepte de bulunmadığı bu proje için araştırma-geliştirme maliyetlerini göze almak istemez. Öte yandan Leo Fender, aynı sırada kendi solid body elektrik gitarlarının ilk prototiplerini üretmeye başlamış ve seri üretim için hazırlıklarını tamamlamış durumdadır. 1946 yılında Fender ilk dolu gövdeye sahip gitarını piyasaya sunar. İlerleyen yıllarda Telecaster ve Esquier modellerini satışa sunduğunda bu sefer Gibson firması Les Paul'un kapısını çalar. Üretici, Fender'e rakip olacak bir dolu gövdeli elektro gitar için sanatçı ile fikir alışverişine ihtiyaç duyar. Gibson firması, tasarım aşamasındaki gitarın dış görünüşünün alışıldık Gibson karakterinden uzak olmasını istemez. Başka bir deyişle piyasaya çıktığı anda kapışılan Fender gitarlarından olabildiğince farklı görünmesini ister. Les Paul, ağaç seçimi olarak akçaağaç gövde üzerine maun kaplama yapılmasını önerir. Ama firma buna da karşı çıkar ve söylenenin tam tersini gerçekleştirir. Les Paul'un tercihi olan dörtgen yamuk şeklinde bir köprü ve sarı renkli gövde yapısı birebir hayata geçirilir. Daha sonra piyasaya Gold Top adıyla sunulan Gibson Les Paul, çeşitli kaynaklara göre pahalı görüntüsü yüzünden bu renge sahip olmuştur. Gitarın seçenekler dahilinde olan ikici rengi ise siyahtı ve bu da Les'in seçimiydi. İlerki yıllarda Les Paul ile yapılan söyleşilerden birinde, ikinci renk olarak neden siyahı seçtiği sorusuna, “Tamamen siyah olan bir gitar üzerinde elleriniz çok daha hızlı hareket ediyor gibi görünür. Bir de siyah enstrümanın sanki üzerinizde bir smokin varmışçasına size kattığı bir aurası var” şeklinde cevap verir. Tarihte üretilen ilk Les Paul modeli, daha gitarın ismi bile konmadan, Mary Ford ile henüz evlenmiş ve balayını Pennsylvania dağlarında geçirmekte olan Les Paul'e sunulur. Gibson firmasının o yıllardaki başkanı Ted McCarty, “Les'e zor da olsa ulaşmıştık. Gitarı kutusundan çıkarttı, daha ilk notayı vurduğu anda gözlerinin parladığını görebilirdiniz.” Amerikalı üretici ve sanatçı, isim konusunda da anlaşmaya vardılar ve bir sözleşme imzaladılar. Bu sözleşmeye göre zamanının en büyük gitar kahramanlarından biri olan Les Paul'ün ismi Gibson'ın solid body modeline verilecekti ama sanatçı elinde başka bir gitarla hiçbir şekilde medyada görünmeyecekti. Anlaşma oldukça adildi ve gitarlar o kadar güzeldi ki uyulmaması zordu. Ama 1961 yılında Les, bir gitar dükkanının vitrininde daha sonra adı SG olarak değiştirilecek modeli gördüğü anda kalbinde bir şeylerin kırıldığını hissetti. Kendi fikirleri alınan, üzerinde uğraştığı ve adını verdiği gitar bir anda tamamen değişik bir tasarıma sahip olmuştu ve üretici firma arayıp Les'e bu durumu haber bile vermemişti. Gibson firması, satış rakamı olarak Les Paul modellerinden çok daha iyi durumda olan ve çift oyuklu (double cutaway) Stratocaster modeline rakip olabilmek için tasarımda bir takım farklılıklara gitmişti. Bildiğimiz haliyle Les Paul modeli ise üretimden kalkmıştı. Aynı yıl Les, karısından da boşanıyordu. Hem eşi hem de adını verdiği gitar modeli artık hayatında yer almayacaktı. SG, Les Paul modeline göre daha ince, daha agresif ve daha hafifti. Üstelik üretilen son Les Paul modellerinde de yer alan PAF (Patent Applied For) humbuckerlar'a da sahipti. Les Paul modeli belki o zamana kadar beklendiği kadar popüler değildi. Ama kaderin bir cilvesi, 1960'ların ilk yarısında İngiliz gitaristlerin blues müziğine merak salması neticesinde Eric Clapton'ı bir gün bir 1959 Les Paul ile tanıştırır. Clapton, kocaman maun gövdesi, PAF humbuckerlar'ı ve sustain'li sound'uyla Les Paul modelini o yıllarda hemen her konserinde kullanır. Ingiliz ekolünden Rolling Stones'un gitaristi Keith Richards, Jeff Beck, Peter Green, Jimmy Page ve Mick Taylor da Les Paul modelinin bağımlıları olurlar. O zaman İngiltere'de gitar kahramanlarının hemen hepsinin elinde birer Les Paul vardır. Bu durum, enstrümana asıl popülerliğini kazandıran etken olur ve Gibson firması 1968 yılında gerek sanatçılar, gerekse bu sanatçıların takipçileri tarafından uygulanan baskılara daha fazla dayanamaz. Les Paul yine üretimdedir ve Les'in ismi gitarın kafasındaki logo bölümünde yine yerini almıştır.



Deneyler ve kayıtlar

Les Paul, müzisyen kimliğini zaman içinde farklı bir alana taşıyarak kayıt konusunda deneyler ve fikirler üretmeye başlar. Hatta 1940 yılında Queens'deki evinin bodrumunda yaptığı bir deney sırasında o kadar kötü bir şekilde çarpılır ki, iyileşmesi yaklaşık iki yıl sürer. Yılmayan sanatçı, yaptığı çalışmalar neticesinde daha önce kaydedilmiş müziğin üzerine sonradan çaldığı partisyonları kaydetmeyi başarır ve 1947 yılında Lover (When You’re Near Me) single'ını piyasaya sürer. Üst üste 8 kanal gitar kaydedilmiş bu parça bir anda hit olur. Ama sanatçı hala tam olarak tatmin olmuş değildir. Ilk kayıtlarını manyetik bant yerine asetat disklere (acetate disc) yapan Paul, bu kayıt yönteminde ilk önce bir partiyonu çalıp kaydederdi. Daha sonra ilk kaydettiği bölümü pikaptan çalarken, yeni partisyon ile beraber pikaptan çalan müziği de ikinci bir diske kaydederdi ve böylelikle ikinci diskin üzerinde iki kanal gitara sahip olabilirdi. Bazı partisyonları yarım hızda kaydetmişti ve bu bölümler normal hızla çalındığında metronom iki misli hızlı olarak duyuluyordu. Les Paul, bir röportajında ilk kanal kayıt tecrübesini dinlenebilir hale getirebilmek için 500'den fazla disk harcadığını açıklar. Sanatçı kendi disk kesme makinesini de icat eder. Otomobil parçalarından yaptığı bu cihaz için bir Cadillac'ın debriyaj balatalarından faydalanır. Cadillac parçalarının düz ve kocaman olmasından dolayı tercihini bu markadan yapar. 1949 yılından itibaren artık manyetik bant ile çalışmaya başlayan Les Paul, bu teknoloji sayesinde tape delay'i de keşfeder.

Ilk çıkan Ampex Model 200 bant kaydedicilerden birini almayı başaran Paul, bu sisteme de modifikasyonlar yapmadan rahat edemeyecektir. Normalde silme(erase)/kaydetme(rec)/çalma )playback) olarak sıralanan üç teyp kafasının önüne bir kafa daha monte eder. Kayıt cihazına yerleştirdiği bu ekstra kafa sayesinde normalde sadece kayıt yapabilen cihaz, artık kayıtlı bir müziği çalarken yeni bir banta aynı zamanda kayıt da yapabilir hale gelmiştir. Yani eskiden kaydedilmiş bir müziğin üzerine yeni çalınanları, hem de diğer partisyonları duyarak, kaydetmek artık olasıdır. Bu kayıt tekniği günümüzde hala kullandığımız kanal kayıt mantığının da keşfidir. Bu kayıt tekniğinin bir dezavantajı ise yeni kayıt yapılırken eskilerin siliniyor olmasıdır. Yani örnek vermek gerekirse Les Paul, ritm ve bas partisyonlarını kaydetmiş ve solo kısmını çalmaya başlamışken eğer en küçük bir hata bile yaparsa ritm ve bas bölümlerini bir defa daha kaydetmek zorunda kalıyordu. Ayrıca yeni yapılmış kayıt sadece mono olabiliyordu ve her yeni kayıt, müzikte gürültüye sebep oluyordu. Ama Ampex firması, Les Paul'un dehası karşısında etkilendiğini gizlemez ve bu üstün zekalı adamın yaratıcı fikirlerini desteklemeye karar verir. Fikir alışverişleri devam eder ve ilk önce çift kanal, sonra 3 kanal kayıt yapabilen modeller keşfedilir. Ama Les Paul'un aklında 8 kanalı kayıt cihazı vardır ve bunu yaratmadan içi rahat etmeyecektir. 1953 yılında 8 kanal kayıt cihazı geliştirme projesi başlar ve projenin başarıya ulaşabilmesi için geçen süre tam 3 yıl olacaktır. Tüm bu süre zarfında Les Paul'ün müziği artık demode olmuştur ve 8 kanal kayıt cihazını keşfetmesine rağmen bu teknoloji ile yapmış olduğu bir tek hit parça bile yoktur. Bazı otoriterler ise tarihin bu kısmının biraz çarpıtıldığını iddia ederler. Detaylı araştırmalarımız sırasında, bir çok otoritenin 8 kanal kayıt cihazının üretiminin Ampex ürün geliştirme bölüm başkanı Ross S. Snyder'ın eseri olduğunu ve Les Paul'un bu keşfin üzerine ismini yapıştırdığını iddia ettiklerini gördük. 8 kanal kayıt cihazında bulunan Sel-Sync(Selective Synchronisation) teknolojisi, Ampex stüdyolarında icat edilmiş ama patent hakkı için hiçbir girişimde bulunulmamış. O yüzden bu iddiaların doğruluğunun kanıtlanması da şimdilik mümkün görünmüyor. Öte yandan Ross S. Snyder ve Les Paul'ün bir dönem aynı fikir üzerinde çalıştıklarını, hatta 8 kanal kayıt cihazına Les Paul'un “Octopus” yani Ahtapot adını verdiği de bilinen bir gerçek. Bu noktada neden 8 kanal sorusu akıllara gelebilir. Bu sorunun cevabı fiziksel bir sınırlamada gizli. O yıllarda ses kayıtları için kullanılabilen en geniş bant, 1 inçlik makaralardı. 1 inçlik makara bantlara en fazla sığabilen kanal sayısı ise o yıllarda 8'di. 8 kanal kayıt cihazının gelişimi için teknolojik olarak inanılmaz keşifler ve gelişmeler yapılmıştı. Başarıya ulaşmak için yeni kayıt, çalma ve silme kafalarının geliştirilmesi gerekliydi. Öte yandan düşük seviyeli/yüksek empedanslı devre sisteminin üretilebilmesi de, senkronun kayıt ve çalım sırasında bozulmaması için gereken bir şarttı. Aksi taktirde yeni kayıtları yaparken diğer kanalların çalımı sırasında senkron sorunu ortaya çıkıyordu. Bu da işe yaramaz kayıtlar anlamına geliyordu. Ampex mühendisi Mort Fuji, Sel-Sync adı verilen bu keşfin tam anlamıyla çalıştığını teyit edene kadar tam 3 yıl geçmişti.



92 yaşında sahnede

Hayatının çeşitli kısımlarında ölümle burun buruna gelen ve hatta sakat kalan Les Paul, 1965 yılında geçirdiği bir kalp krizi ile ölüme bir kez daha yaklaşır. Çok seyahat etmekten ve hiç dinlenememekten kaynaklanan bu sağlık sorunu, Les Paul'u gerçekten korkutur ve sanatçı müziği bırakıp dinlenmeye karar verir. Ama doktoru bunu kabul etmez ve Les Paul'a gitarı hiç bir zaman boşlamamasını, müzikten uzak kalmanın onu mutsuz kılacağını söyler; kendine dikkat etmesi koşuluyla müziğine devam edeceğinin sözünü alır. Les Paul o günden beri hayatının son gününe kadar sahne ışıklarından, seyircilerinden ve gitarlarından uzak kalmadı. 92 yaşında bile New York'un caz klüplerinde her pazartesi akşamı sahne almaya devam ediyordu. Waukesha Wisconsin/Milwaukee'de başlayan ve New York'ta sona eren bu müzik yolculuğu, arkasında sayısız buluşlar, dünyanın en meşhur gitarı, koskoca bir kayıt endüstrisi, onlarca beste ve hepsinden önemlisi unutulmayacak bir isim bıraktı. Les Paul, bilim ve sanatı birer kanat olarak özgürlüğü için kullandı ve özgür bir kuş gibi, uçmaktan hiç vazgeçmedi.